Özel Hayatın Gizliliğini İhlal Suçu
Özel hayatın gizliliği, bireyin kişiliğini özgürce geliştirebilmesi için korunmakta olup, TCK m.134 ile mahremiyet alanına yapılan müdahaleler cezai yaptırıma bağlanmıştır; kamuya açık alanlarda dahi bireyin anonim kalma beklentisi ihlal edilirse, gizli izleme ve kayıt suç teşkil edebilir.
Özel hayatın gizliliği, bireyin kişiliğini özgürce geliştirebilmesi ve toplum içinde saygın bir şekilde varlık gösterebilmesi için korunan temel bir hukuki değerdir. Bu değer, Türk Ceza Kanunu’nda m. 134 hükmü ile koruma altına alınmış olup, bireyin mahrem alanına yönelik her türlü müdahaleyi cezai yaptırımlarla engellemeyi amaçlamaktadır. Ceza hukuku uygulamasında, bu koruma alanı hem bireyin özel yaşamındaki olayları hem de kişisel bilgileri kapsamaktadır.
Özel hayatın gizliliğini ihlal suçu, yalnızca kapalı mekânlarda gerçekleşebilecek bir ihlali değil, kamuya açık alanlarda bile bireyin anonim kalma hakkını zedeleyen davranışları da kapsar. Nitekim, bir kimsenin alışveriş merkezinde alışveriş yaparken mahremiyetine dair fotoğrafını gizlice çekmek dahi özel hayatın gizliliğini ihlal suçunun münhasırına girebilir.
Bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Kamuya açık alanda bulunan bir kimsenin izlenmesi, hangi şartlar altında suç teşkil eder? Cevaben belirtmek gerekir ki, kalabalık içinde bulunmak, bireyin her eylemini kaydetme veya ifşa etme hakkını başkasına tanımaz; kişinin tanınmamaya dair meşru bir beklentisi varken yapılan her türlü gizli izleme ve kayıt, suçun unsurlarını oluşturur.
TCK m.134 hükmü uyarınca, bir kimsenin mahrem alanına ilişkin ses veya görüntünün kayda alınması, bu fiillerin ifşa edilmesi halinde daha ağır cezalandırılmasını gerekli kılar. Şöyle ki; bilhâssa bilişim sistemleri kullanılarak işlenen ihlaller, suçun nitelikli hâlini meydana getirir. Bu bağlamda, özel hayatın gizliliğini ihlal suçu serbest hareketli bir suç olarak düzenlenmiştir; failin özel hayat kapsamına giren herhangi bir olay veya bilgiyi kaydetmesi yeterli olup, netice itibarıyla bir zarar doğması aranmaz. Önemli olan, bireyin mahremiyet sınırlarının rızası hilafına ihlal edilmesidir. Bilişim sistemlerinin kullanımı hâlinde ise bu ihlal, suçun daha ağır ceza gerektiren nitelikli şekline dönüşmektedir.
Mahrem alan, yalnızca dört duvar arasındaki yaşantıyla sınırlı değildir; sokakta yürürken, kamusal alanlarda yapılan eylemler de, kişinin istemediği ölçüde kayda alınırsa özel hayatın gizliliği kapsamına girebilir. Bu nedenle, bir kimsenin açık alanda olsa dahi mahremiyet beklentisini ihlal eden kayıt işlemleri, kanunda suç olarak telâkki edilmiştir. Bilâkis, kişinin anonim kalma hakkı bu tür ihlallerle doğrudan zarar görmektedir. Mahremiyetin korunması, yalnızca fiziksel sınırlarla belirlenmiş alanlarla sınırlı olmayıp, bireyin psikolojik ve sosyal çevresinde oluşturduğu görünmez sınırları da kapsar. Şöyle ki, birey kendisini kalabalık içinde görünür kılsa dahi, belirli davranışlarının kayda alınmasını veya ifşa edilmesini istemeyebilir. Ceza hukukunda bu beklentiye duyulan saygı, özel hayatın gizliliği kavramının mânâ ve mâhiyetini derinleştirmiştir. Bilhassa sosyal medya ve dijital platformların yaygınlaştığı günümüzde, kişilerin kamuya açık alanlarda gerçekleştirdiği eylemlerin izinsiz kaydedilmesi suretiyle özel hayat ihlallerine ekseriyetle rastlanmaktadır. Bu gibi hâllerde, kaydedilen görüntünün niteliği ve bireyin sosyal konumu, müdahalenin ağırlığını belirlemede dikkate alınmalıdır. Kanun koyucu da, bu tür teknolojik gelişmeler karşısında bireyin mahremiyetini koruma yönünde açık bir irade ortaya koymuştur.
Özel hayatın korunması, yalnızca bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde değil, toplumsal düzenin sağlanması açısından da zaruridir. Zira, her bireyin anonim kalma hakkının ihlali, zamanla toplumda güvensizlik duygusunun artmasına sebebiyet verebilir. Bu nedenledir ki, ceza avukatı desteğiyle yürütülen etkin bir ceza muhakemesi süreci, hem bireysel hem de toplumsal düzlemde adaletin tesisi bakımından mühim bir imkân sağlamaktadır.
Özel hayatın gizliliğini ihlal suçu, şikâyete bağlı bir suçtur. Bu nedenle, mağdurun şikâyeti olmadan soruşturma ve kovuşturma yapılamaz. Şikâyet süresi, Türk Ceza Kanunu m.73’e göre, mağdurun suçu ve failini öğrendiği tarihten itibaren 6 aydır. Eğer mağdur 6 ay içinde şikâyette bulunmazsa, şikâyet hakkı düşer ve dava açılamaz. Şikâyet süresinden bağımsız olarak, bu suçta kamu davası açılması için geçerli olan zamanaşımı süresi ise, suçun niteliğine göre belirlenir. TCK m.66’ya göre, özel hayatın gizliliğini ihlal suçu için öngörülen ceza (1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası) esas alındığında, 8 yıllık dava zamanaşımı süresi uygulanır. Yani suç işlendiği tarihten itibaren 8 yıl içinde dava açılmazsa, dava zamanaşımına uğrar ve kamu davası açılması artık mümkün olmaz.
Mağdurun şikâyet hakkı suçu ve faili öğrenmesinden itibaren 6 ay içinde kullanılmalıdır; fakat her hâlükârda suçun işlendiği tarihten itibaren 8 yıl içinde dava açılmazsa zaman aşımı nedeniyle dava hakkı düşer.
Özel hayatın gizliliğini ihlal suçu (TCK m.134), soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı bir suç olduğundan, Ceza Muhakemesi Kanunu m.253 uyarınca uzlaştırmaya tabidir. Bu nedenle, mağdurun şikâyeti üzerine başlatılan tahkikatta, savcılık doğrudan iddianame düzenleyemez; önce uzlaştırma süreci işletilir. Taraflar arasında uzlaşma sağlanırsa, dava açılmaz veya açılmışsa dava düşürülür. Ancak uzlaşma sağlanamadığı durumlarda delil durumunun değerlendirilmesi üzerine iddianame hazırlanarak kamu davası açılabilmektedir. Bu tatbikat, mağdurun kişisel haklarının korunmasını sağlarken aynı zamanda taraflara dostane bir çözüm yolu sunar. Zira uzlaştırmanın amacı, şikâyet konusu suçtan doğan zararın giderilmesi ve taraflar arasında uyuşmazlığın mahkeme aşamasına varmadan çözülmesidir.
Toplumun temel taşlarını oluşturan güven ilişkileri, bireylerin mahremiyet haklarına duyulan saygı ile doğrudan bağlantılıdır. Anonim kalma beklentisinin sistematik şekilde ihlal edilmesi hâlinde, yalnız bireylerin değil, sosyal yapının da zedeleneceği izahtan varestedir. Bu bağlamda, ceza hukukunun koruyucu ve caydırıcı işlevi, yalnızca bireysel hakları değil, toplumun bütünsel sağlığını da güvence altına almaktadır. Ceza muhakemesinde etkin bir tetkik sürecinin yürütülmesi, mağdurun haklarının korunmasının yanı sıra, failin de adil yargılanma hakkının temin edilmesi açısından büyük önem taşır. Şayet süreç usulüne uygun ve hukuki esaslara riayet edilerek yürütülmezse, adaletin tecellisi sekteye uğrayacak, bu da toplumun adalet sistemine duyduğu güveni sarsacaktır.
Özel hayat verilerinin bilişim yoluyla kaydedilmesi ve ifşa edilmesi hâlinde, ihlalin yayılma hızı ve mağdurun uğrayabileceği zarar katlanarak artmaktadır. İşte bu nedenle, TCK m.134 hükmü bilişim sistemlerinin kullanımı durumunda verilecek cezayı artırmak suretiyle hem caydırıcılığı artırmayı hem de mağdur haklarını daha etkin şekilde korumayı amaçlamıştır. Tetkik edildiğinde görülür ki, suça konu görüntü veya ses kayıtlarının elde edilmesinde kullanılan yöntemlerin niteliği, suçun vasfını belirlemede kritik rol oynamaktadır. Kaydın gizlice ve mağdurun rızası hilafına alınması, fiilin özel hayatın gizliliğini ihlal suçuna vücut vermesi için yeterlidir. Ancak, kaydın ifşa edilmesi hâlinde, suçun nitelikli şekli söz konusu olur ve fail hakkında daha ağır bir yaptırım öngörülür. Bu nedenle, hem kayıt alma sürecinin hem de sonrasındaki ifşa fiilinin dikkatlice değerlendirilmesi, ceza muhakemesinin sağlıklı yürümesi bakımından zorunludur. Bu mâhiyetteki suçların soruşturma ve kovuşturma aşamasında ceza avukatı desteği almak, usulü hak kayıplarının önlenmesi açısından önem arz eder. Zira, ceza muhakemesinde maddi gerçeğe ulaşılması esastır.
Özel hayatın gizliliği ihlal suçu, genel kastla işlenen bir suç olup failin, fiilinin başkasının mahremiyetini ihlal ettiğini bilerek hareket etmesi yeterlidir. Halbuki, failin saikinin suçun oluşumu üzerinde bir etkisi bulunmaz. Bu noktada bir soruyu daha sormak gerekecektir: Failin kastı olmasa bile, suç oluşur mu? Cevap olarak, özel hayatın gizliliğini ihlal suçu kastı gerektirdiği için, failin bilmeden hareket etmesi halinde suç oluşmayacaktır; bilâkis bu durumda hukuki sorumluluk ancak tazminat mâhiyetinde söz konusu olabilir. Nitekim, günümüzde özellikle sosyal medya aracılığı ile özel hayatın gizliliğini ihlal eylemleri ekseriyetle karşılaşılan suç türleri arasında yer almaktadır. Youtube, Instagram, Twitter gibi platformlar üzerinden ifşa edilen özel hayat bilgileri, bireyin onur ve saygınlığını telafisi güç şekilde zedeleyebilmektedir.
Bölge Adliye Mahkemeleri ve Yargıtay’ın kararlarından hareketle, özellikle kamuya mal olmuş kişiler açısından özel hayatın gizliliği sınırlandırılsa da, bu sınırlandırma kişinin temel mahremiyet alanını ortadan kaldırmaz. Her halükarda, haber verme hakkının mübalağaya varmaması ve ölçülülük ilkesiyle sınırlı kalması şarttır.
TCK m.134 hükmü kapsamında, sadece kayıt altına alma fiili değil, mahrem verilerin üçüncü kişilere aktarılması da ayrı bir suç olarak telâkki edilmektedir. Burada, suçun tamamlanması için ifşanın sonuç doğurması ya da kişinin zarara uğramış olması aranmaz. Bu bağlamda kişisel mahremiyetin korunmasını hedef alınmaktadır. Bu madde uyarınca yalnızca bir kimsenin özel hayatına ilişkin görüntü veya ses kayıtlarının izinsiz olarak alınması değil, aynı zamanda bu kayıtların başkalarına iletilmesi, paylaşılması veya yayılması da bağımsız bir suç olarak kabul edilir. Yani mahremiyetin ihlali, yalnızca kayıt aşamasında değil, kayıtların üçüncü kişilere aktarılması aşamasında da cezaî yaptırımla karşılanmaktadır. Önemli bir diğer husus ise, verilerin aktarılması sonucunda somut bir zarar oluşmasının aranmamasıdır. Hukuken, mağdurun mutlaka bir maddi ya da manevi zarar görmesi gerekmez. İfşanın gerçekleşmiş olması, suçun tamamlanması için yeterlidir. Bu yaklaşım, özel hayatın gizliliğini daha etkin şekilde koruma amacını taşır ve mağdurların zarara uğradığını ispat etmeleri gibi ek bir yükümlülük altına sokulmamasını sağlar. İşbu yasa hükmü ile getirilen düzenleme, bireylerin özel hayatının dokunulmazlığını korumada oldukça geniş bir güvence sağlar. Hem kayıt altına alma hem de üçüncü kişilere aktarma fiilleri bağımsız şekilde suç sayılarak, özel hayatın gizliliği ihlallerine karşı güçlü bir ceza hukuku koruması oluşturulmuştur.
Özel hayatın gizliliği ihlal suçlarında cezayı arttıran nedenler arasında kamu görevlisinin görevini kötüye kullanarak suç işlemesi ya da meslek kolaylığından yararlanarak fiilin gerçekleştirilmesi bulunur. Bu hâllerde, hapis cezaları yarı oranında artırılır. Kamu görevlisinin görevini kötüye kullanarak işlediği suçlarda, failin sahip olduğu yetkilerden dolayı mağdurun korunmasız bir durumda bulunması söz konusu olur. Bu nedenle, cezanın yarı oranında artırılması, hem mağdurun uğradığı zararın büyüklüğünü hem de failin sorumluluğunun ağırlığını yansıtmayı amaçlar. Meslek kolaylığından yararlanma durumunda ise fail, sahip olduğu bilgi, konum veya imkânları kötüye kullanarak, normalde zor işlenebilecek bir suçu daha kolay gerçekleştirmiş olur. Bu düzenlemeler, kamu görevlilerinin ve belirli meslek mensuplarının taşıdıkları güven ve sorumluluğun kötüye kullanılmaması için caydırıcı bir mekanizma oluşturur. Böylece hem bireysel haklar daha etkili bir şekilde korunur hem de kamu düzenine olan güvenin sarsılması önlenmeye çalışılır.
Özel hayatın gizliliğini ihlal suçunda sanık lehine ceza indirimi yapılabilecek çeşitli durumlar mevcuttur. Bunlardan biri etkin pişmanlıktır. Sanık, suçu işledikten sonra pişmanlık gösterip mağdurun zararını gidermeye çalışır veya mahrem verilerin yayılmasını önlerse, bu durum mahkemece lehine değerlendirilerek cezada indirime yol açabilir. Bu suç şikâyete bağlı olduğundan, mağdurun şikâyetten vazgeçmesi durumunda dava düşer. Bu doğrudan bir indirim değil, sürecin sona ermesi anlamına gelir, ancak sanık açısından sonuçta cezasızlık doğurur. Sanığın fiili, mağdurun haksız bir davranışı sonucunda gerçekleşmişse, örneğin sanığın ağır şekilde tahrik edilmesi gibi bir durumda, haksız tahrik indirimi uygulanabilir. Bu da cezada önemli bir azaltma sebebidir. Sanığın duruşmadaki iyi hali, sabıkasız geçmişi, pişmanlık göstermesi gibi hususlar takdiri indirim sebebi olarak değerlendirilir. TCK m.62 kapsamında, mahkeme bu durumları dikkate alarak cezada indirime gidebilir. Eylem suçun teşebbüs aşamasında kalmışsa, yani mahrem bilgiler üçüncü kişilere fiilen aktarılmamışsa, teşebbüs hükümleri gereği cezada indirime gidilmesi mümkündür. Suçun tamamlanmamış olması, cezanın belirli oranda azaltılmasına neden olur. Sanığın yaşı küçükse, özellikle 18 yaşın altındaysa, çocuk ceza hukuku hükümleri uygulanır ve bu kapsamda ciddi oranda ceza indirimi yapılır. Çocukların ceza sorumluluğu daha hafif kurallara tabi tutulur. Ayrıca, sanığın işlediği fiil sırasında algılama veya irade yeteneğini önemli derecede azaltan bir akıl hastalığı bulunuyorsa, bu durum da cezada indirim veya cezasızlık sonucunu doğurabilir. Mahkeme, sanığın bu durumu tespit ettiğinde, ceza miktarında ciddi bir azaltmaya gidebilir.
Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kararlarında ise, mahkemeye erişim hakkı ile özel hayatın korunması arasındaki hassas dengenin önemi vurgulanmakta; bireyin onur ve itibarının zedelenmemesi için yargılamaların özenle yürütülmesi gerektiği belirtilmektedir. Bu kararlarda bilhassa dikkat çekilen noktalardan biri, temel hakların birbirine zarar vermeden korunmasıdır. Mahkemeye erişim hakkı, bireyin adalet arama özgürlüğünün bir parçasıdır ve hukuk devleti ilkesinin vazgeçilmez unsurlarındandır. Ancak bu hak kullanılırken, bireylerin özel hayatlarının korunmasına da özen gösterilmesi gerekir.
Özel hayatın gizliliği, Anayasa'nın m. 20 hükmü ile güvence altına alınmıştır. Bireylerin onur, şeref ve itibarı, sadece devlet müdahalelerine karşı değil, yargı sürecindeki olası zarar verici etkilerden de korunmalıdır. Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi kararlarında, yargılamaların yürütülüş biçiminin özel hayatın gizliliğini ihlal etmeyecek şekilde olması gerektiği vurgulanmaktadır. Mahkemeler, bir yandan kamuya açık ve şeffaf yargılamalar yapmakla yükümlüdür. Diğer yandan, davanın özelliğine göre mahkeme kayıtlarının gizli tutulması, duruşmaların kapalı yapılması gibi tedbirlerle bireylerin özel hayatına yönelik zararların önüne geçilmelidir. Özellikle hassas kişisel bilgilerin ifşa edilmemesi, bu dengeyi sağlamanın önemli yollarından biridir.
Anayasa Mahkemesi, bu tür davalarda devletin "pozitif yükümlülüğü" olduğunu da hatırlatmaktadır. Yani devlet sadece doğrudan ihlal etmemekle kalmayacak, aynı zamanda bireylerin özel hayatlarını koruyacak etkili tedbirleri de almakla yükümlüdür. Mahkeme kararlarında bu yükümlülüğün yerine getirilip getirilmediği titizlikle değerlendirilmektedir. Bireysel başvurular incelenirken, mahkeme, başvurucunun onur ve itibarına zarar verebilecek yargısal uygulamalara özellikle dikkat eder. Örneğin, kişisel verilerin gereksiz yere ifşa edilmesi veya davanın mahiyeti gereği gereksiz bir şekilde kimlik bilgilerinin açıklanması gibi durumlar ihlal olarak değerlendirilebilir. Anayasa Mahkemesi, mahkemeye erişim hakkı ile özel hayatın korunması arasında bir denge kurulmasını, her iki hakkın da birlikte ve uyumlu bir şekilde yaşatılmasını istemektedir. Bu yaklaşım, hem bireylerin haklarının tam anlamıyla korunmasını sağlar hem de adalet sistemine olan güvenin artmasına katkı sunar. Bu kapsamda, yargı makamlarının hem usul hem de esas bakımından bireylerin onuruna zarar verebilecek tutumlardan kaçınması, süreci özenle ve hassasiyetle yürütmesi anayasal bir zorunluluktur. Böylece bireylerin hakları korunmuş olurken, yargı sisteminin meşruiyeti de güçlendirilmiş olur.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında da özel hayatın korunması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin m. 8. hükmü kapsamında temel bir insan hakkı olarak değerlendirilmekte, devletlerin bu hakkı ihlal eden eylemlere karşı etkili koruma sağlaması beklenmektedir. Bu madde sadece devlet müdahalelerini yasaklamakla kalmaz, aynı zamanda bireylerin özel hayatına yönelik üçüncü kişilerden gelen tehditlere karşı da devletlere pozitif yükümlülükler yüklemektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında özel hayat kavramını oldukça geniş yorumlamaktadır. Mahkeme, kişisel kimlik, cinsiyet, fiziksel ve ruhsal bütünlük, mahremiyet ve kişisel verilerin korunması gibi unsurları özel hayatın kapsamı içinde değerlendirmektedir. Böylece, modern toplumlarda bireylerin kimliklerini özgürce geliştirebilmeleri için gerekli hukuki zemini güçlendirmektedir. Mahkeme, devletlerin sadece doğrudan müdahalelerden kaçınmakla yetinmemesi gerektiğini açıkça belirtmektedir. Bireyler arasındaki özel hayat ihlallerinde de devletin etkili önleyici ve koruyucu mekanizmalar oluşturması beklenir. Örneğin, kişisel verilerin kötüye kullanılmasına karşı yasalar çıkarılması veya mağdurların etkili başvuru yollarına erişimlerinin sağlanması bu kapsamda değerlendirilmektedir.
İfade özgürlüğü ile özel hayatın korunması arasında çıkan çatışmalarda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi her iki hakkın da önemini dikkate alarak, olayın şartlarına göre dengeli bir değerlendirme yapmaktadır. Devletin etkili koruma sağlama yükümlülüğü, yalnızca hukuki düzenlemelerin varlığıyla sınırlı değildir; uygulamada da bu korumanın gerçek ve etkili olması gerekir. Aksi takdirde, sözleşmenin m. 8 hükmünün ihlal edildiğine hükmedilebilir. Bu nedenle, devletler sadece kanun yapmakla kalmamalı, aynı zamanda uygulamada bireylerin özel hayatını etkili biçimde koruyan sistemler oluşturmalıdır.
Özel hayatın gizliliğini ihlal suçu ceza hukuku sistemimizde bireyin manevi bütünlüğünü ve kişilik hakkını koruma amacı gütmektedir. Bu suçla ilgili yargılama süreçlerinde uzman bir ceza avukatından destek almak, delillerin toplanması, savunma stratejisinin belirlenmesi ve hak kaybının önlenmesi bakımından hayati bir imkân sunmaktadır. Bu nedenle, ceza muhakemesinin karmaşık yapısı içinde profesyonel hukuki destek, sadece bir tercih değil; çoğu zaman bir zorunluluk telâkki edilmelidir.

